20 Ağustos 2013 Salı

Nene'mden

Şimdi çocuk yapmıyor ki insanlar ! Bir çocuk yapıyorlar. Ama evladın olmasa da ... Bir de kocalığını düşüneceksin di mi ?

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Evlenmek Mi Katlanmak Mı ?





Melih Cevdet’e sormuşlar “evlilik nedir” diye. Eskiden demiş, kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, beraberce yeni ev düzülürdü. Tabii o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi. O yüzden buna “evlenmek” denilirdi. Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde, yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik “katlanmaktır”, demiş.

Stalker Filmi İncelemesi

Öncelikle filmi ilk izlediğimizde anlamak çok zordur biraz kafa yormamız lazım.
Zaten filmin yönetmeni ve yapımcısı Andrew Tarkovsky olunca ister istemez filmi başka bir
boyutta izliyoruz.

Filmin ilk sahnelerinde filme dair bir nokta bulamayız ancak ileriye gittikçe filme dair
püf noktalar ve odak noktası buluyoruz. Filmde çok fazla oyuncu karakteri yoktur. Başrol
olarak bir İz Süren (İzci) olarak adlandırılan karakter, yanında ise bir Profesör (Bilim Adamı)
ve bir Yazar yer almaktadır. Yan olarak ise İzci’ nin karısı ve bir kızı bulunmaktadır. Fazla
gözükmeyen ve konuşmayan olarak ise bir Barmen gözükmektedir.

Filmin konusuna kısaca değinirsek;
Bir bilim kurgu hikâyesini çıkış noktası olarak seçen Tarkovsky, bu çıkış noktasından
hareketle insanın en temel ruhsal çatışmalarına, krizlerine ışık tutar. Bilinmeyen bir zamanda,
bilinmeyen bir ülkede bir yere meteor düşmüştür. O meteorun bulunduğu alana bir takım
inceleme ekipleri gönderilmiş, ama hiçbirisi geri dönmemiştir. Bu alan “Zone- Bölge” olarak
adlandırılır ve ziyarete kapanır. Çünkü burada oraya giren her insanın isteğinin gerçekleştiği
bir yer vardır : “Room- Oda”. Stalker, bu bölgeye istekli kişileri götürüp onların isteklerinin
gerçekleşmesini sağlayan kişilerden birisidir. Filmde, birisi ilhamını kaybetmiş bir yazar,
diğeri bir bilim adamı olan iki kişiyi bölgeye götürür Stalker. Film, Stalker, Yazar ve Bilim
Adamı’nın yolculuğudur bu anlamda.
Bir anlamda ise Stalker kendi inancını çok yükseklerde tutarak Yazar’ı ve Bilim
Adamı’nı bu bilinmeyen yere götürerek her insanın inanmasını ve gerçekten yaratanın
olduğuna kanıt getirmek istemesidir. Ancak Stalker, iman ve inanç kavramlarının artık
insanlar için kör bir duygu haline geldiğini görmesini kabullenmemesi üzere bu bölge onun
için kutsal bir yer olarak nitelendiriliyor.
Gösterge Çözümlemesi
Gösterge;
-  İnsan
-  Çevre
-  Yeşil alan
-  Nesneler
-  Müzikler
Gösteren
-  Su
-  Orman
-  Kanalizasyon
-  Yıkık bölge
-  Harabeler
Gösterilen
-  Beklenti
-  Umut
-  Kaygı
-  Mutluluk
-  Dileklerin Kabulü
-  İnanç
-  İyilik
-  Yaşama Duygusu
Dizisel ve Dizimsel Çöüzmleme
Umut-Umutsuzluk
İyilik-Kötülük
Yaşam-Ölüm
Savaş-Barış
Mutluluk-Hüzün
İnanç-İnançsızlık
Duygu-Duygusuzluk
Bilmek-Bilmemek
Bilinen-Bilinmeyen
Akıl-Akıl Dışı
Mantık-Mantık Dışı
Kodlar
Filmde kullanılan her nesne, müzik ve mekanlar özellikle seçilmiş ve filmin temasını
anlatan püf noktalardır. Filmde seçilmiş olan Yazar ve Bilim Adamı bir kırılganlığın
simgesidir. Filmde seçilen karakterler söyle yorumlarsak; Akıl, filmde daha çok Bilim Adamı
ile görünür hâldedir. “Soyutlamayla düşünmeyi bile beceremiyorsun. Belki profesörsün ama
cahil olanından…” diyerek Bilim Adamı’ nın aşağılayan Yazar açısından insan hayatı
anlamını sanatta bulur. Ancak, bu iki insan tipinde eksik olan şey imandır. Tam bir iman
insanı olan Stalker(İzci) ise kendisini başkalarının hizmetine adamış acı çeken birisidir.
Yazar, sanatın gücüne inanır, ancak şüphecidir. İman etmeyi, dua etmeyi kusur olarak görür.

Filmi bir anlamda tanıtan birkaç repliklere bakarsak;
-  Gerçeği ararken, gerçeği keşfedeceğime, onun değiştiğini görüyorum.
-  Bu çok sıkıcı olmalı. Gerçeği aramak, o gizleniyor ve sizde onu aramaya devam
ediyorsunuz.

İşte bu iki replik filmi bana direk olarak anlatmıştı. Filmde bakıldığında bir şey
anlamak zordur ancak repliklere ve mekana dikkat edersek birkaç çözümleme yapabiliriz ve
öncelikle sabırlı olmamız gereklidir. Filmde kullanılan müzikler ise film temasını
güçlendirecek bir nitelikteydi. Müziklerin seçimi çok detaylı bir şekilde yapıldığı çok açıktır.
İlk gördüğümüz filmin siyah beyaz olması, ama bu fazla uzun sürmüyor Bölge denilen yere
gidildiğinde film direk renkli bir atmosfere geçiyor. İşte Tarkovsky burada beni inanılmaz
etkilemiştir. İlk izlenim olarak renksiz göstermesi ilk izleyen için anlaşılmazlığa sürükler
ancak ileriki dakikalarda bu kararsızlık yerini kaybeder. O kadar mantıklı ve mükemmel
yerlerde renk anlayışını kullanmış ki filmin özelliğini gözümüzün önüne seriyor resmen.

Ayrıca filminde hiçbir zaman ırk olayına değinmemiş, bir bayrak kullanmamıştır. Bunları
geçelim şehir hayatını göstermemiştir bile. Tek bir problem ele alınmış ki bu da kişilerin
inanç ve inançsızlık arasında ki kalmış duygularıdır.

Metafor ve Metonomi Kullanımı
Filmde inanılmaz derece metafor ve metonomiler kullanılmaktadır. Özellikle replikler;
içinde o kadar anlam saklanmıştır ki çözebilmek için tekrar tekrar okumak ve dinlemek
lazımdır. Özellikle ise repliklerin öyle bir yerde söylenmesi direk filmi anlatıyor. Bildiğimiz
gibi duvara bakan kamera arkasında konuşan bir insan değil sözleri söyleyen. Sözler
söylenirken mekan o kadar derin bir anlam yüklüyor ki gözünüzü çevirmek filmi kaçırmak
gibi hal alıyor. Repliklerden bir kaçına bakarsak;

Stalker’ ın kendi ifadesinden,
‘Zayıflık harika bir şeydir, güç hiçbir şey. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir,
öldüğü zaman ise sert, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken zayıf, esnek ve tazedir.
Kuru ve sert hâle geldiğinde ölür. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık
ise varoluş tazeliğinin ifadeleridir’

‘Sevgilim, dünyamız çok sıkıcı. Bu nedenle, telepati ya da hayaletler yada uçan dairler gibi
bir şey yok. Dünya kesin kanunlarla yönetiliyor, ve dayanılmaz derecede sıkıcı. Yazık ki, o
kanunlar hiç çiğnenmiyor. Kanunları nasıl çiğneyeceklerini bilmiyorlar. Bu yüzden çok ilginç
olsa da UFO için umutlanma.’

‘Yaz bitmiş yazıt bırakmaksızın, dünya neşeyle esrik, ama yeterli değil. Sonsuz yaşamın
himayesi, ilgisiyle mest oldum, ikna oldum şansıma, ama yeterli değil. Hiçbir yaprak, asla
sararmadı, hiçbir dal hoyratça kopmadı, gün, cam gibi, her şeyi yıkadı, ama yeterli değil.’

Filmi bir nebze anlatan bu sözler o kadar fazla derin anlam yüklüdür ki bir defa ile
okuyarak anlamak çok zordur. Ayrıca filmde kullanılan hayvanlar ve nesneler o kadar çok
anlamı ifade ediyor ki. Oda’ya yaklaşırken ortaya çıkan köpek yaşamın hala devam ediyor
olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca en büyük nokta ise Oda’da bulunan balıklar ve bomba
parçasının etrafında gezmeleri ve siyah bir lekenin üstlerini örtmesi anlam boyutu bakımdan
çok fazla yöne çekilebilir.

Ayrıca Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in
gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan
yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Ama Yazar
ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da en derin,
acılardan büyüyen en büyük istekler (söylenen istek değil) gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen
önünde hepsinin ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye
yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle yüzleşme, en derin acılarıyla yüzleşme
cesaretinde değildir.

‘Kimler Oda’ya ulaşmakta başarılı oluyorlar” diye bir soruya, Stalker ” iyiler ya da
kötüler değil, ama umutsuzlar” diye cevap verir. Bölge ve Oda, umudunu, tutunacak dalını
(Tanrıyı) yitirmiş insanlık için tek umuttur. İman etmeyi unutmuş insanlık için bir umut
profilidir  Stalker. Sevgide ve özveride kurtuluşu bulan, Bölge’yi “anayurdu” gören birisi.
Bölge harici her yerin kendisi için hapis olduğunu söylemesiyle, “yurdundan ayrı düşmüş
neyin hikayesiyle” ne kadar da örtüşüyor! Bölge, insanlık için bir anayurt, belki, kendisinden
uzaklaştırıp sahtesine teslim olduğumuz hayatın bizzat kendisi! Hayata atılmış insanın,
istekleriyle ve kendisiyle yüzleşmesi için, bencilliklerinden özveriye yolculuk etmesi belki
de.
Sonuç
Filmde kullanılan anlam o kadar fazla ki kısaca katmanlar olarak söz edersek; gerçek
katmanında bir yolculuk var. Alegori katmanında tinsel katmana ulaşamayan insanlar için çok
değişik alegoriler mevcut; ama bunların hiçbirisini kastetmeyen(ya da hepsini kast eden) ve
bu anlamda sembol kullanmayan bir Tarkovsky söz konusu. Ancak tinsel katmanının açılması
ve deneyimlenmesiyle alegorik ve gerçek katmanının manâ bulduğu bir açılım. Herkesin ayrı
deneyimine açık ve müsait büyük bir başyapıt. Ayrıca filmde entelektüel birikimin iki
kanadını temsil eden Yazar ve Profesör, Stalker’ın karşılık beklemeyen özverisini, katıksız
imanını anlayamazlar. Stalker için Bölge bu insanlık için son umuttur. Onu yok etmek
insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek
istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini özveriyle ve karşılık
beklemeyen aşkla seven karısı “götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve
sevgiyle cevap verir. Çocukları, İz Sürücülerin çocuklarında sık olan bir mutant çocuktur.
Ayakları yoktur. Stalker, karısına ” ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Umudun
olmasının, o umudun gerçek olmasından çok daha önemli olması! Diyerek yitirilmemiş
umutlar bilinmeyeni keşfetmek için atılmış ilk adım olarak görebiliriz.
Özellikle ilgimi çeken nokta ise Stalker’ın kızı en son sahnede 9. Senfonin çaldığı arka
planda 3 bardak ile oynamışıdır. Kızdaki inanılmaz yetenek ve güç hala bir umudun
olduğunun göstergesidir. Özellikle ise sadece bakışlarıyla telepati yöntemiyle hareket
ettirmesi o kadar ilginçtir ki soru sormadan durmamız imkansız hale geliyor.


En son olarak küçük bir araştırma sonucunda Tarkovsky’nin Stalker adlı yapıtını
bizim Mutasavvıf Feridüddin Attar’ın Mantık-ut Tayr adlı eserine benzettim. Kısaca bu eser
ise; kuşlar, padişahları “Simurg”u bulmak üzere yola çıkmak isterler. Onlara en bilge kuş olan
“Hüdhüd” önderlik edecektir. Kuşların tek tek gelip kendilerine dair konuşmalarından ve
bunlardan çeşitli özelliklerin tasavvufî tahlilinin yapılmasından sonra kuşlar Hüdhüd’e başka
sorular yöneltirler. Cevaplardan sonra kuşlar yola düşmek isterler öncelikle Hüdhüd onlara
açıklayıcı bir konuşma yapar. Fakat bu konuşmanın ardından bahane getirmeye başlarlar.
Hüdhüd tek tek bahaneleri cevaplar. Bahanelerin sonunda bir kuşun yolu anlatmasını istemesi
üzerine Hüdhüd Simurg’a ulaşmak için gidilecek yolu anlatır; aşılması gerekilen yedi vadi
vardır, hepsi de çetindir.
Vadilerin adları sırasıyla: Talep, Aşk, Marifet, İstiğna (ihtiyaçsızlık), Tevhid, Hayret,
son olarak da Fakr ve Fena‘dır. Hüdhüd bu vadilerin her birini anlatır, daha sonra etkilenen
kuşlar yola koyulurlar. Binlerce kuş olarak çıktıkları yoldan sadece otuzu Simurg’un
dergâhına varabilir. Sonunda Simurg’u gördüklerinde ise Simurg’un kendileri olduğunu fark
ederler; dergâh aslında bir aynadan ibarettir.
Stalker filmi de aynen Mantık-ut Tayr gibi tasavvufî anlamaya açık bir filmdir. Filmin
tinsel katmanı, diğer katmanlarını içerecek ve kapsayacak kadar genişler. İnsanın hakîkat
arayışının bir dışavurumu olarak yansıyan filmde, bu arayışın çeşitli özelliklerini gözümüzün
önüne getirmemizi sağlayan Tarkovsky, bir şekilde hakîkatle ilişkisi açısından üç ayrı insanla
bizi karşı karşıya getirir. Mantık-ut Tayr’ın değişik özelliklere sahip kuşları gibi.

alıntıdır.

İz Sürücü


Duvarları nemden yeşile , yeşilden karaya dönmüş evimde uyuyakalmıştım.Sehpanın üzerindeki bardağın sallanma sesine kendime geldim.Hazırlandım , dişlerimi fırçalarken karım da uyandı.
"Sana soruyorum nereye gidiyorsun?Bana söz verdin ve sana inandım.Pekala, kendini hiç düşünmüyorsun.Ya bizi..?Çocuğunu hiç düşündün mü?Tam sana alışmıştı ve sen yine başlıyorsun.Beni yaşlı bir kadın yaptın.Hayatımı mahvettin.Seni sonsuza kadar bekleyemem.Öleceğim!Çalışmaya başlamak istiyordun.Normal bir insan gibi çalışmaya söz vermiştin."
 Yakında döneceğim dedim ve çıktım.

Alkolik ve esin kaynağını bulamayan bir yazar ile profesörle barda buluştuktan sonra Bölge' ye gitmek için yola koyulduk.

Siyah ve beyazdı sanki gördüklerimiz .Biz de öyleydik sanki.

Bölgeye geldiğimizde her şeye renk gelmişti.Yemyeşildi.
Sargı bezine bağladığımız somunları ileriye doğru atıyor , yolun tehlikeli olmadığına emin olduktan sonra önce profesör , peşinden yazar ve arkalarından ben gidiyordum.

"Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir.Öldüğü zamansa kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır.Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider.Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır.Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir.Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz."
 Burada hiç kimse geldiği yoldan geri dönmeyecek?

Oda'da istediğin her şeyi bulabilirsin.

Peki Oda nerede?

Dümdüz gidersen yaklaşık 200 metre.

Ama burada dümdüz gitmek diye bir şey yok.

Burada her an her şey değişiyordu.Ortadan kaybolan profesörü bekleyemezdik.

O da neydi?

Profesör bizim varacağımız yere bizden önce varmıştı , geride kaldığı halde.

İnsanların buraya neden geldiklerini ve ne istediklerini sordu yazar?

-Sanırım mutluluk. Oda da dilek dilerler ve geri dönerler.Ben onlara dönüş yolunu gösteririm.Sonra birbirimizi bir daha hiç görmeyiz.

Sonu görünmeyen tünele varmıştık.Kimin önden gideceğini belirlemek için yazar ve profesör arasında çöp çekilecek ve uzun çöpü çeken gidecekti.Yazar ilk çöpü uzun olarak çekti.Çünkü çöplerin ikisi de uzundu.

Bir kapı var diye bağırdı yazar.Kapıyı açıp yola devam etmesini söyledim.

Korkan yazar yolunu şaşırmıştı.Bunların (şüphesiz Bölge'den bahsediyordu) bir idiotun icadı saçmalıklar olduğunu söylüyordu ve şöyle ekledi :
"Benim bir vicdanım yok , sinir sistemim var"
Bir taş atımlık mesafe kalmıştı artık Oda'ya...

İlk kimin gireceği tartışması sürerken profesör çantasından 20 kilotonluk olduğunu söylediği bir bomba çıkarmıştı.Bölgenin kimseyi mutlu etmediği ve yok edilmesi gerektiğinden bahsediyordu.

Bir izsürücü olarak benim Oda'ya girmeye hakkım yok.Buraya benim gibi umudu kalmamış insanları getiriyorum ve onlara yardım edebiliyorum.Onlara benden başka kimse yardım edemez.Yardım etmekten öyle mutlu oluyorum ki ağlamak istiyorum.Başka bir şey istemiyorum.

O kirli suda bir balık göründü.O suda yaşaması şaşırtıcıydı ama su gitgide karardı ve balık görünmez oldu.



Ve ilk buluştuğumuz yere dönmüştük.3 gidip 4 dönmüştük.Peşimize takılan siyah köpekte vardı.

Karım ve Monkey ile evimize döndüğümüzde karım yatağa yatmamı sağladı ve şunları söyledim:

"Kimse inanmıyor , kimsenin Oda'ya ihtiyacı yok.Bir daha kimseyi oraya götürmeyeceğim"


16 Ağustos 2013 Cuma

Parasız Yatılı


 PARASIZ YATILI
"Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler."
SABAH ESKİMİŞLİĞİN 

Öğretmen tırnaklara bakacak, oysa kemirilmiş, sıskacık ellerimi saklayacak yer de yok,  okul önlüğüm gittikçe soluyor ; öğretmen sevgisiz , soğuk, yorgun

İlkokulun o Tanrısal öğretmenleri nasıl da korktuklarımız , saydıklarımızdı, nedense göğün bitimine doğru yok olup giderlerdi ders süresince.

Bir arsa vardı da çok deve dikenleri doluydu orası , o çocuk yaşamının ince , duygulu özgürlüğünü ne güzel derleyip ,topluyordu o arsalar ; bu kente ne oldu bilemiyorum , çocuklara arsa bırakmadılar , sıkıntıdan esneyen , akık koca binalarla dolduruyorlar.

ÖZGÜRLÜK ATLARI
Çocuğun kirpikli çocuk gözleri vardı.
Yemek yediği iskemlenin önünden inip kediye gitti.
Kedi sobanın yanında kedileşip duruyordu...

Parasız yatılı sınavına girerken Tanrı'ya dua ediyordum.
"Ne sandınız . o zaman Tanrı vardı.Onunla aramıza dünya girmemişti...İlkokulu bitirmiştim.Ellerimde zafiyet bezeleri...Sınavı kazanmalıydım.Hiç yolu yoktu başka okumanın."
Ben çocukken( ne zaman çocuk olmuştum!) görünmeyen adam olup pasta yemek isterdim.Ne kıtmış tutkularım.
Gidiyor musunuz?
Güle güle.
Kapıyı iyice kapayın.
Sizden üşüdüm.


Abbas Kiyarüstemi'nin Ustalık Eseri: Aslı Gibidir

Yönetmen-Senaryo: Abbas Kiyarüstemi
Yapım : İran, Belçika, İtalya, Fransa ortak yapımı (2010)
Süre: 106'
Yönetmenin İran dışında çektiği ve dili Farsça olmayan ilk film olma özelliğini taşıyor.
         Ekranı kaplayan masanın üzerindeki iki mikrofon , bir kitap bir şişe ve iki su bardağı... Film bu sahne ile açılır.Bir süre buranın bir toplantı salonu olduğunu ve bir yazarın kitabın tanıtımını yapacağını ve üst kattan gelmekte geciktiğini kitabın İtalyanca çevirmeninin ağzından öğreniriz.Yazar gözükür , bir kalabalık önünü keser.Yanında bir çocuk olan kadının kitabını imzalar ve diğerlerinin isteklerini red ederek kürsüye doğru yoluna devam eder.
       Kadın ön sırada çevirmenin yanındaki boş bulduğu bir yere oturur.Yazarın konuşmalarından İtalya'da olduğunu ve aslen de İngiliz olduğunu anlarız.Kitabın ismi filmin ismi ile aynı. Alt başlığı ise "Orijinalini boş verin iyi bir kopyasını alın". Alt başlıktan dolayı sanat çevrelerinden özür diler ve kendisinden çok günümüz yayıncılarının bu tip başlıkları tercih ettiklerini söyler. Şüphesiz  yönetmen günümüz yayıncılarına bir yazarın ağzından bir gönderme yapmaktadır.Yazar sanattaki orjinallik ve kopya tartışmaları hakkında örnekler vererek konuşmasını sürdürür.(Kitap ,bir sanat eserinin kopyasının, orijinali ile aynı değeri, hatta daha fazlasını taşıyabileceğini söylüyor)
Kadına ise oğlu tarafından bir türlü rahat verilmez ve kadın toplantı bitmeden çıkmak zorunda kalır.Çıkmadan çevirmene muhtemelen telefonunu bırakır , yazarın kendisine ulaşması için.Kadının yazara hayran hayran bakmaktadır. Ya yazdıkları için ona hayranlık duymaktadır ya da fiziksel olarak.Hatta oğlu ile arasında şöyle bir diyalog geçer :
  -  Ve şu adama ne dediğini biliyorum.
 +  Hangi adama?
  -  Yazarın arkadaşına.
...

- Çok iyi biliyorum,James'e aşık olmaya karar verdin.Ve seni arasın diye,arkadaşına numaranı bıraktın.
Hiç de değil! Evet, telefon numaramı verdim , ama o yüzden değil.Kitabı hakkında daha fazla şey bilmek istiyorum. Bu benim işim.

Yazarı çeşitli heykellerin antikaların bulunduğu bodrum katındaki taştan yapılmış bir sanat galerisinde görürüz , anlarız ki kadın buluşmak için bu adresi vermiştir yazara.Yazarın teklifi üzerine üzerine bu güzel günde kahve içmek yola koyulurlar.

Gittikleri yerde oturdukları kafedeki yaşlı bir kadın onları karı koca zanneder.Çift bozuntuya vermez ve bu saatten sonra gerçekten karı kocaymış gibi davranarak dolaşmaya devam ederler.


Filmin başında adamın yaptığı kopya - gerçek temalı konuşma ile karı - koca ilişkisinin gerçekliği ve sahteliği arasında bir bağ kurmak şüphesiz orjinal sayılabilecek bir fikir.

İzlerken zevk alınacak bir film. 








Semih Kaplanoğlu'nun Kısa Filmi Venedik'te



Semih Kaplanoğlu’nun çektiği Devran isimli kısa film 70. Venedik Film Festivali’nde, “Venezia 70: Future Reloaded” projesi kapsamında, festivalde izleyici karşısına çıkacak.


Bu yıl 70. yılını kutlayan Venedik Film Festivali, içlerinde Bernardo Bertolucci, Paul Schrader, Shekhar Kapur, Apichatpong Weerasethakul, Abbas Kiyarüstemi ve Walter Salles'ın da olduğu dünyanın en önemli 70 yönetmeninden 60-90 saniye uzunluğunda kısa filmler çekmesini istedi. Türkiye’den de Kaplanoğlu’nun Devran isimli kısa filmi bu proje çerçevesinde seçildi. Kısa filminde ateş böceklerinin uçuşlarını, onların ışığını ve hareketini kaydeden yönetmen, yaşam döngüsüne de atıfta bulunuyor.

Kaynak : http://www.hayalperdesi.net/haber/festival/2808-17-semih-kaplanoglunun-kisa-filmi-venedikte.aspx

Ahmed Arif şiirlerini Leylâ Erbil’e yazmış


 "Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini...” diye yazmıştı Ahmed Arif tek kitabına da adını veren ünlü şiiri Hasretinden Prangalar Eskittim’in son dizelerinde. O gözler geçtiğimiz temmuz ayının 19’unda kapandı. Yalnızca bu şiire değil kitapta yer alan pek çok dizeye ilham veren o gözlerin sahibi ise ünlü yazar Leylâ Erbil’di. Edebiyat tarihimizin bu büyük sırrı Ahmed Arif’in Erbil’e yazdığı mektuplarla ortaya çıktı. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Pek çok şiirin ilk dizelerinin ve büyük bir aşkın kaleme alındığı o mektuplar bu ayın sonunda Ruken Kızıler editörlüğünde Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanacak.

 Ahmed Arif’in ‘Leylim’ diye hitap ettiği ve bir şiirine de adını verdiği Leyla Erbil son romanı Tuhaf Bir Erkek’i bitirdikten sonra mektupları yayımlamaya karar vermiş. Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’ın da onayı alındıktan sonra çalışmalara başlanmış. Ancak ne yazık ki Erbil kitabını göremedi...

KİTAPTAN
 15 Mayıs 1954
 Ankara
 Leylâ, Canım,
 Kayb, berbat ve sessizim... Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu.
 Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
 Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
 Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
 Fotoğrafındaki “halbuki...”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
 Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri... Ne yapsam?
 Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum.
 Yarı parçan
(HÜRRİYET)

15 Ağustos 2013 Perşembe

Anayurt Oteli


                                                                      Benim okuduğum 25.baskı


Yusuf Atılgan... Hediye edilen Aylak Adam kitabı vesilesiyle ne kadar derin bir adam olduğuna kanaat getirdiğim insan.Biri yarım kalmak üzere (Canistan) 3 roman sığdırabilmiş hayatına.Bunlardan Anayurt Oteli'ni de şimdi bitirdim.Romanı okumadan önce Ömer Kavur'un filmleştirdiği bu eseri adeta perdeden okumuştum.

Filmde Zebercet'i canlandıran Macit Koper' in muhteşem oyunculuğu ve yönetmenin yetkin sinemasal dili sayesinde adeta Zebercet'le otele gelenleri karşılıyor, kayıt yapıyor, kahvaltı için ayakçı kadını uyandırıyor, kestaneciden kestane alıyor ve sinemaya gidiyorsunuz.

Filmle ve roman ile ilgili ayrıntılı yazıyı daha sonra yazmayı düşünürken , etkileyici ve bilinmez bir yaşamın sonu aynı zamanda romanın sonunu paylaşmak istiyorum.

"İpi boynuna geçirdi ; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan bir kaç arabanın korna seslerini duydu , başka araçlar da katıldılar buna ; kornolar , tren düdükleri , fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar.Neydi bu?Kulakları mı uğulduyordu?Yoksa dışarının başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu.Sağdı daha, her şey elindeydi.İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi.Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.Ayaklarıyla masayı itip aşağı yuvarladı ; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri ağzı açık , bacakları gerilerek , çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı.(Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını , korumak her şeye karşın sağ olmak , direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu? )Başı öne doğru eğiliyordu.Kolları iki yana sarktı.Donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı aktı uzaya uzaya ; dizine yakın bacağındaki kıllara bulaşarak ardarda yatağın üstüne düştü ,yayıldı.Yukarıdan , sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çatırdadı... "

National Geographic Robotları Aslanlarla Dost Oldu



Eğer yolunuz Serengeti’ye düşerse aslanların yanına fazla yaklaşıp sizi düşürüp bacaklarınızı yemelerine izin vermeyin.  National Geographic’te ki profesyoneller gibi yapın ve küçük bir kameralı robottan yardım alın.
Bu insanların robotları kullanarak hayvanları dikizlemesinde ilk değil. Daha önce aslanları, penguenleri, zebraları ve bonoboları çeke robot kameralar bulunuyor.

Fotoğrafçı Michael “Nick” Nichols NatGeo’ya konuşarak bunu nası yaptığını anlattı. Aşağıda bu röportajın robotlarla isimli kısmını bulabilirsiniz.

Robotların en güzel kısmı aslında bu. Düşürebilirsiniz veya üzerine bir aslan tuvaletini yapabilir ve yenisini alabilirsiniz. Bu acil helikopter çağırıp en yakındaki hastanede bacaklarınızı dikecek birini aramaktan çok daha iyi bir çözüm gibi gözüküyor.

Bektaşi Dedikleri

Bektaşilik artık geçmişe karışmış dinsel-sosyal bir akım olduğu halde , halk fıkralarının Bektaşisi bugün aramızda yaşıyor.Bir düşünceyi savunurken yargımızı desteklemek için elle tutulur bilge sunarcasına bir Bektaşi hikayesi anlattığımız çok olur.

  1. Türk halkı sağduyusuyla bağdaşmayan işlemlere , tutumlara ve yasalara karşı tepkilerinin sözlüğünü - sözlü veya yazılı- türlü sanat kollarında yarattığı örnek -kişilere yüklemiştir ; her birinin aynı bir hüneri , en çok ustalıkla konuşabileceği bir söz alanı vardır . Nasreddin Hoca , Keloğlan, Karagöz...Türk düşününde oluşumu dini bir akım temsilcisi olarak beliren Bektaşi'ye de din işlerinde sözcülük düşmüştür.
  2. Bektaşi, Tanrıya ve yasalarına inanan kişidir.Bektaşiliğin tarihi kadar fıkraları da buna tanık.Fıkralarda sık sık gördüğümüz gibi Bektaşi'nin " Allah'ı ve buyruklarını inkar eden bir zındık" olarak suçlandırılması , onun davranışlarının ve sözlerinin özüne varamayan bir kişinin önyargısıdır. Bektaşi'nin tutumu inkar değil "tenkit" tir.
  3. Tenkitleri ve yergilerin, gerçek bildiği Tanrı'ya değil , yollarını azmışların kendi suretlerinde yarattıkları "tanrı" ya , kendi yasalarını örnek ederek çeki düzen verip Tanrı buyruğu diye sundukları yasaya yönelmiştir.
  4. Yakın çağlarımızın güleç yüzlü kişisi "Bektaşi" de bir bakıma , ta 13. yüzyıldan bu yana , özgür düşüncenin sesini duyurmaktan geri kalmamış söz erlerinin: Konyalı Celaleddin'in , Sakaryalı Yunus'un , Simavlı Bedrettin'in ... soyundan sayılır.
  5. Bektaşi, Ramazanda güpegündüz karnını doyururken yakalanıp tartaklanınca :"On bir ay aç gezerim , halimiz sormazlar da , bir gün karnımı doyurdum diye yapmadıklarını  koymazlar" diye şaşar kalır.
  6. Yukarıda sözü edilen nükteler gibi diğer nüktelerin hepsinin Bektaşi dervişlerinin ağzından çıkmış , o fıkraların anlattıkları olayların  onların başından geçmiş olduğu söylenemez.Anadolu köy ve kasabalarında yaşayan ve inanışlarında Bektaşi tarikatının görüşleriyle birleşen Alevi-Kızılbaş, Tahtacı, Çepni, v.b toplulukları da , çok defa Bektaşi diye anılır ; bunlar hakkında da halk içinde Bektaşi fıkralarına benzer şeyler anlatılır.
BOZUM
Bektaşi canlarından biri,
Meyhanenin , cadde üzerindeki
Penceresi önüne kurulur,
Atıştırıp içmeye başlarlar.
Onu gören bir dili uzun:
"Baba efendi, başınızda sarık var,
"Gelip geçen görüyor sizi ,
"Arkada , kapalıca bir yere
"Çekilip içseniz daha iyi..."
Diye öğüt vermeye kalkar.
Bozuverir Bektaşi, gevezeyi:
" O senin dediğin ramazanlarda olur,
"Erenler , hırsızlık etmiyoruz ki..."


Ele Verir Talkını Kendi Yutar Salkımı

Her gün kullandığımız yol. Son derece sıradandır bizim için ancak gün gelir ki o sıradanlığın içinde değerli figürlerin saklı olduğunun farkına varırız.
Başlıktaki deyimle ilişkimde benzer şekilde oldu."Bektaşi Dedikleri" kitabını incelerken deyimle karşılaştım ve üzerinde düşünmeye , araştırmaya başlamış oldum.Deyimin anlamı yaklaşık olarak şöyle :
"Etrafındakilere iyi olmaları yönünde nasihat verdiği halde kendisinin bunlarına hiç birine uymaması"
Deyimin anlamını aşağı yukarı biliyordum , esas merak ettiğim talkın 'ın ne olduğuydu. Ve evet aradığıma ulaştım :
"Hanefi Mezhebi cenaze defnedildikten sonra ona telkin (talkın) vermeyi caiz görmüştür.Bu telkin verme işi şu şekilde yapılır: Cenazenin kabre defnedilmesini müteakip salih bir kimse (veya vazifeli şahıs) kalkıp ölünün yüzü karşısında durur ona hitaben, ismiyle üç kere hitap eder. Bu hitaplar, o şahsı anasına nisbet ederek yapılır. Mesela ölen şahsın ismi Osman, annesinin de Fatma ise, “Ya Osman ibni Fatıma” diye üç kere hitab edilir.Bu hitaptan sonra da, şu şekilde telkin verilir." ... 
Telkin'in ne olduğu üzerinde durmayacağım.Ölen şahsa ismiyle hitap edilmesi Semih Kaplanoğlu ' nun Yusuf Üçlemesi'nin ilk filmi olan Yumurta filmindeki bir sahneyi çağrıştırdı. Ve o sahne...